Sabah erken kalkarak Gelibolu’daki Şafak Ayini’ni izledim ekrandan. Düzen, ince detaylar,
önceden belirlenmiş, üzerinde çalışılmış, aksamayan bir program. Birbirinin üstüne çıkmayan,
bağırmayan çağırmayan, sessizlik ve saygı içinde birçok ülkeden gelip, yenilen askerleri ve
yenerek ölen şehitlerimizi anıyor, çeşitli ülkelerden gelmiş binlerce insan. Kısa konuşmaları,
kısa duaları, koroları dinleyen, ülke temsilcilerinin ritüelik çelenk koyuşlarını sabırla ve
hüzünle izleyen büyük bir insan kitlesi. Hüzün ekrandan bedenime yayılıyor. Uzaktayım
onlardan, oturuyorum rahat rahat odamda, fakat hüznün parçası oluyorum ben de. Savaşlar
olmasa, insanlık huzur bulsa.
Şafak Ayini bitti. İçimdeki hüzün büyüdü. Nasıl olsa cumartesi, zaman sıkışıklığı yok, müzik iyi
gelebilir. İyi müzik hüznüme eşlik edebilir. Cenaze törenlerinde Chopin’in cenaze marşı çalınır
nitekim. Fransız müzik kanalı Mezzo’da, büyük bir orkestra tanıdık gelen müzik çalıyor.
Bestecisini çıkarmaya çalışıyorum. Beethoven veya Brahms olabilir diyorum. Beethoven’in 7.
Senfonisi imiş. Sesi açıyorum, oturup dinliyorum. Daha da açıyorum sonra, banyodan da
dinleyebileceğim kadar. Sorulmuştu bir söyleşide,”nasıl tanıyacağız çalınan müziğin ne
olduğunu, kimin bestesi olduğunu?” “daha çok dinleyerek, müzik kitaplarını ve konserlerden
önce dağıtılan müziği ve besteciyi tanıtan broşürleri okuyarak” denmişti. Bazı müzisyenler
açıklamalı sunuyorlar müzikleri. Örneğin Mersin’e kısa süre önce davet ettiğimiz keman
sanatçısı/konservatuar hocası Orhan Ahıskal hem Katolik Kilise’de Türk Bestecileri resitalini,
hem ODTÜ Geliştirme Vakfı Özel Mersin İlkokulu’nda içinden bölümler çaldığı Vivaldi’nin
Dört Mevsim Konçertosu’nu açıklamalı sunmuştu. Tek bir konçerto için bu kadar fazla söz
söylenebileceğine öğrencilerle birlikte epey şaşırmıştık. Öğrenciler ne kadar ilgili ve meraklı
idi, aralarında müzik yapanların sayısı da az değilmiş, güzel ve özgüvenli sorular sormuşlardı.
Mersin farklı bir kent oldu. Orkestralarımız, müzik kurumlarımız, festivallerimiz, müzik
dergilerimiz, bolca yetişen müzik öğrencilerimiz var. Müzikte bir buluşma noktası olmaya
başladı kent, hem ulusal, hem uluslararası. Bol bol konsere, temsile gidebiliyoruz.
Üst kat komşumuz diş hekimi Taner Akça geliyor evimize, ”bunlar özel, bir hastam köyden
getirdi” diyerek yumurtalar hediye ediyor. Her yumurtanın içinden çift sarı çıkıyor. Aytül
kahvaltıya çağırıyor. Müzik dinlemekten yardım edemedim kahvaltıya. Gerçekten farklı
yumurtalar, çok lezzetli. Şehir merkezinde köyde yaşar gibi yaşayabilmek. Mutluluğun
sırlarından birisi bu olmalı. Birçok belediye anladı bunu dünyada, bina yıkıp en sıkışık
yerlerde, küçücük te olsa parklar yapıyorlar, meydan yapıyorlar; bazı sokakları, caddeleri araç
trafiğine kapatıyorlar. İnsanlar yürüyerek de veya bisikletle de gidiyorlar gidecekleri yere.
Operaya, Sanat Kulübü’ne, AKOB’a, parka ve pazara yürüyerek gidiyorum. Atatürk
Caddesi’nin, Cumhuriyet Meydanı’nın araç trafiğine kapalı olmasının keyfine varıyorum.
Selamlaşmaya, ayaküstü sohbetlere zaman veriyorum. Arabasını satıp, arabasız yaşayanların
sayısı artıyor batı ülkelerinde. Hayatlarından pek bir şey eksilmiyor. Aret bisikletle gelmişti,
sonradan Barbara’da buluşmaya bisikletle gelmişti, şehrin merkezindeki kahvehaneye.
Şaşırmıştım, yıllar önce ayrıldığım zaman bu kentten, böyle değildi durum. Otelden çıktım
kaldırımda yürüyorum, hızla bana yaklaşan bir bağırtı: “niye benim yolumdan gidiyorsun”
diye bağıran bir bisikletli” Baktım kaldırımı ikiye ayırmışlar sarı çizgiyle, bir tarafta aralıklarla
bisiklet resmi var. Smokin ve şık gece elbisesi ile tramvayla operaya giden, opera durağında
inen kadın, erkek çiftler gördüm bir zamanlar yaşamış olduğum kentte.
Evimizin karşısı kilise ve bahçesi, az ötesi meydan, az ötesi park. Park sürekli küçülmekte. İlk
önce kongre merkezi, sonra polis merkezi yapıldı içine. Balkondan Şükran Hanım’ın (Emrealp)
ve Lina’nın geldiğini görmüş, kilisenin bahçesine inivermiştik Aytül’le. Şükran Hanım şu anda
yürüyemiyor, geçirdiği rahatsızlıktan dolayı, öptük onu yanaklarından, konserlere gelmeyi
sürdürüyor yardımcısının ve Lina’nın desteğiyle. Paskalya nedeniyle kısır yapılmıştı kilisede,
birer tabak ta bize ikram etmişlerdi. Papaz Coşkun Teymur her zaman güzel sözler söyler, şiir
gibi konuşur, sözcükleri seçerek… Uzak ülkede öğrenci iken, oturduğum binadaki yaşlı bir
komşu, arada sırada tekerlekli sandalye ile kendisini kiliseye götürebilecek birisini beklerdi.
Birkaç sefer ben götürüp getirmiştim, para vermek istemişti, kabul etmemiştim. Kilisenin
papazına Müslüman olduğumu söylemişler, bana gelerek teşekkür etmişti. Annem son
günlerini yaşıyordu Mersin’de. Komşumuz kilisenin papazı gelmişti eve: “Aykırı
gelmeyecekse, izin verirseniz anneniz için dua okumak istiyorum” demişti. Teşekkür etmiş ve
kabul etmiştik. Başkanımız Hanri Atat’ı yitirmiştik. Mezarlıkta hem papaz, hem hoca dualar
okumuşlardı. Başkadır benim memleketim. Tarihin kara ve acılı sayfalarını da unutmamak
gerek bu arada. İnsanlar ne kolay birbirinin düşmanı oluveriyorlar. Şiddete hazır insanların ve
uygulayanların tüm dünyada, özellikle komşu ülkelerde, çokluğu ürkütüyor.
Apartmanın girişinde enginarcımız enginar satıyor. Apartmandan kimse yakınmadı bugüne
değin ondan. Apartman girişimiz Mersin enginar satış noktası yıllardır. Az ötedeki evlere
servis ayakkabı boyacımıza laf atıyorum. “Boyamıyorsun ayakkabılarımızı.” Film yönetmeni
olsaydım, enginarcıyı koyardım, ayakkabı boyacısını koyardım, kilisedeki kısırı koyardım filme.
Balkonumun altından her gün parka gitmek için geçen yüzlerce Suriyeli’yi gösterirdim. İçim
sızlıyor, memleketlerini terk etmek zorunda kalıp, Girit’ten göç etmiş aile büyüklerimi de
hatırlatıyorlar bana. Savaşlar olmasa, insanlık huzur bulsa.
Cumartesi bugün. Sokak Kitapevi’ne gidiyoruz. İnce belli küçük cam bardaklardan çay içerken
kitapları karıştırıyoruz. Küçük söyleşi gurubumuzun sürekli izleyicisi mutlu azınlıkla
selamlaşıp, hoş beş ediyoruz. Heceöykü yayınının şubat sayısını satın alıyorum. Celal
Soycan’ın düzenlediği “Celal Soycan’la Sanatta Düşünsel Pratikler” söyleşisinin 73. üncüsünü
izlemek için yan mekâna geçiyoruz. Konuşmacı konuklar Ogün Kaymak ve Semih Korucu.
Konu: Sanat/popüler sanat. Sorular “popüler olan neleri içerir, sanat popüler olabilir mi,
popüler olan sanat mıdır ” Kentimde yaşayabileceğim doyurucu, besleyici söyleşilerden bu
etkinlik dizisi. Kaçırdıklarımın telafisi mümkün mü? Çay var, kitap var, anlatan var, insanlar
-3-
gülümsüyor. Söz alıyorum, katkıda bulunmak istiyorum: “Toplumda karşılığı yok diyorlar,
birçok sanatsal etkinliğin budanmasını mı istiyorlar?”
Güneş parlıyordu tepemizde. Ne sıcak, ne soğuktu hava. Beni bu güzel havalar mahvetti
cinsindendi. Eve dönülmezdi bu güzel havada. Modern kentimin modern insanları, genç
kızlarla genç erkekler el ele cıvıl cıvıl dolaşıyorlardı. Muhafazakâr insanlar güzel havanın,
güneşin tadını çıkarmak için dışarı çıkmışlar, ailece dolaşıyorlardı. Simitsarayı’nın bahçesine
oturduk. Ben sosisli poğaça, salata; Aytül üzerine sebze kırıntıları serpiştirilmiş fırınlanmış
hamur işi yedi. Bir serçe korkmadan masamıza geldi. Aytül yiyecek kırıntılarıyla masa üstünde
besledi onu. Aytül, ben, serçe, modern insanlar, muhafazakâr insanlar hayatın tadını
çıkartıyoruz. Güneş parlıyor, tatlı bir huzur yayılıyor insanların suratlarına veya ben öyle
görüyorum. İnsanlarımız dolaşıyor. “Bunun adı barış” dedim. Bu ortamın keyfini
uzatılmalıyız. Bir mozaik pasta, iki çay ve iki çatal aldım. Pastayı paylaştık Aytül’le, biraz da
yeni gelen serçeye.
Eve döndük. Yeni aldığım Heceöykü kitabını karıştırmaya başladım. Ne çok öykü var içinde.
Ertesi gün Pazar, planladığım gibi çoğunu okudum hafta sonu. Günlerden cumartesi,
mahallenin sokak pazarı kurulu. El arabası ile pazara gittik. Meyve sebze aldık. Satıcılar
tanıdık, isimlerini öğreniyorum, isimlerini söyleyerek konuşmak istiyorum. Her hafta
karşılaşıyorum onlarla. Yeşillikler satıcısı Murat saat ikide gitmiş toptancı haline, işe
başlamadan önce sıcak süt içmiş. Gülerek çalışıyor, espriler yapıyor. “nasıl ayakta
durabiliyorsun peki bu saate kadar” diyorum… Göğsümde asılı okuma gözlüğümden midir,
bana “Hocam” diyorlar. Renk vermiyorum. Fazla öğretecek şeyim yok, öğrenmeye
çalışıyorum aslında. Demiş ya adam “hep okuyorsun, ne zaman bileceksin.” “Okudukça
bilmediğimi anlıyorum” demiştir başka bir adam veya kadın. İlk önce Sokrat’ın dediğini
biliyoruz… Heceöykü kitabını merak ediyorum. Aytül’ün ikinci pazar turuna katılmıyorum.
Aytül kedimiz Lucy’e kum, toz şampuan, terasta kurduğu bahçeye bir şeyler aldı. Kedimizin
adını Aliye koymuştu. Öykülere başladım. Akşama doğru televizyonda iyi film aradım. Baba
rolündeki Robert de Niro’ un, eşi öldükten sonra, dört çocuğuyla ilişkisini anlatan filmi
yakaladım. Ben de babayım, bendeki durum nasıl?
Urfa’dan aldığımız kırmızıbiberden üzerine döktüğüm, yanına yoğurt eklediğim, Melda’nın
sabah sardığı yaprak dolmasından yedim. Biraz daha öykü okudum. Hayatımdaki
cumartesileri arttırmaya karar verdim. Uyumuşum.